Skip links

Avanti popolo / Avanti rossa: Muammer Ketencoğlu

Besim Dalgıç

“Söyle Turhan, sen söylemezsen ben söyleyeceğim, hepinizi kaçıracağım. Bu size benden en büyük ceza olur.” Bu Fethi Naci’nin Turhan Günay’a “Dünya dedikleri bir gölgeliktir ey/ ay karanlık aman aman gece vurdular beni / yarin çevresine sardılar beni” sözleriyle biten Ben Kendimi Gülün Dibinde Buldum türküsünü söyletme uyarısıydı. Cevat Çapan’ın Akademi Cuma, Aydın Boysan’ın Demak adını verdiği Çiçek Pasajı Seviç’teki toplantılarda, Fethi Naci dahil çoğumuzda olmayan türkü söyleyebilme yeteneği Turhan Günay’da fazlasıyla vardı. Giresun doğumlu Fethi Naci’nin Karadeniz’in sert dalgalarına benzeyen eleştirideki ödün vermez kişiliği, dostları arasında çocuksu saflığa bürünür, Turhan’ın söylediği türkülere tüm yüreğiyle katılırdı. Ne yazık ki türküleri çok seven ve edebiyatımıza önemli katkıları olan Fethi Naci’yi 24 Temmuz’da yitirdik. Onu her zaman özleyeceğiz.

Türküler, şarkılar toplumların ortak paydası.Tüm dillerde ezgiler bulundukları toplumların nesnel gerçekliğini yansıtır. Acılar, sevinçler, aşklar, savaşlar kısaca hayatla ilgili bir çok şey türkülerle, şarkılarla dile getirilmiş, kuşaklar boyu sürmüştür. Müziğin etkili gücü evrensel boyutta. Aydın Boysan’ın Rus yazarlar birliğinin konuğu olarak gittiği Sibirya gezisinde yaşadığı olay bu boyut için güzel bir örnek. Aydın Boysan İstanbul’un Kuytu Köşeleri (YKY, 2003) kitabında, çokça tüketilen votkanın eşliğinde koro halinde söylenen Rus ezgilerinden ne denli hoşlandığını belirtirken, Rus şair Gennadi Gayda’nın Aydın Boysan’a dönerek hınzırca “Haydi sende bir şarkı söyle” isteği üzerine; “Ne yapalım, arandılar…Reddedemedim. Hepsi huşu içinde dinlemeye hazırlandı…Ben de başladım: Kederden mi neden bilmem / Sararmış rengi ruhsarım… Vee, bütün Ruslar zarıl zarıl, höyküre höyküre ağlamaya başlamasın mı? Ben böylece, şarkı söyleyerek, milli bir görev yaptım. Bizi ağlatanın rakı değil şarkılarımızın olduğunu kanıtlamış oldum.” diye anlatır.

1950’li yıllarda yaşanan göç dalgası özellikle büyük kentler etrafında gecekondu denilen çarpık yapılaşmanın önünü açtı. Siyasetçiler oy uğruna bunlara göz yumdular, hatta destek verdiler. Burada yerleşen topluluklar bağdaşık bir yapıya sahip değildiler. Anadolu’nun farklı yörelerinden gelmişlerdi. Fabrikalarda iş bulanların oranı da çok azdı. Ne köylülükten kurtulabildiler, ne de işçi olabildiler. Eğitim düzeyleri düşüktü. Yeteri kadar sağlık hizmeti alamayan, her türlü sömürüye açık topluluklardı. Geldikleri yerlerin kültürel yapısının bu yeni yaşam biçimiyle çatışması doğaldı. Zaman içinde adına Arabesk denilen ortak bir kültür doğdu. Özellikle Arabesk müzik ulaşım aracı olarak kullanılan minibüslerde kolayca yayıldı. Geldikleri yörelerin türküleri çok çabuk unutuldu. Böylece köylülükten başka bir kent topluluğu ortaya çıktı. Türkülerle süslü yaşam biçimi, Arabesk müziğin yoz kültürünün yarattığı olumsuz etkiye girdi. Bu sorun öylesine köklü ki toplumumuzun bütün katmanlarında hala devam ediyor.

Arabesk müziğin tüm olumsuzluğuna karşın yurdumuzda büyük bir halk türküsü geleneği var. Daha çok anonim yapıya sahip olan türkü birikimimiz Karacaoğlan’dan Aşık Veysel’e günümüze kadar ulaşmış. Dilden dile kuşaklar boyu söylenip, dinleniyor. Son yıllarda büyük kentlerde bir çok türkü evi açıldı. Bir çoğunda bu yerlerin ve seslendirilen türkülerin düzeyi yüksek değil. Bu olumsuzluklar bile türkü dinleme oranının artmasına neden olması bakımından sevindirici.

1970’li yıllardan 90’lı yıllara kadar Yunus’tan, Pir Sultan’dan, Nâzım’dan düzenlediği türküleri yorumlayan Ruhi Su, Karadeniz türkülerinin güçlü sesi Cemile Cevher Çiçek, Ege ağırlıklı türkülere sesiyle hayat veren Hale Gür, Alevi türkülerini söyleyen Yavuz Top, İç Anadolu bozlaklarını seslendiren Neşet Ertaş, çeşitli yörelerden yaptıkları düzenlemelerle Erkan Oğur ve İsmail Demircioğlu ikilisinin türkü dinleme kültürümüze kazandırdıkları üstün nitelik tartışılmaz. Bu niteliğe katkısı olan bir başka müzikbilimcimizde, Boğaziçi Üniversitesi psikoloji bölümünde okurken değişik ülkelerin halk müziğine ilgi duyan Muammer Ketencoğlu’dur. Onun müzik çalışmaları özellikle rembetiko, Balkan ve Batı Anadolu ağırlıklı.

“Onu Rembetiko filminde tanıdım. Sakallıydı, gençti, yanında, kolunda sevgilisi vardı. Filmi izlerken kendinden geçti. Çok Uzaklara gidip gidip geçti. Gözyaşlarını gizlice sildi. Gözleri görmüyordu. O bir rembetiko ustası dediler. Bir akordeon büyücüsü. Rembetiko filmini hepimizden iyi görmüştü…” İstisnalar Kaideyi Bozar / Son Yüzler 2 (Parantez Yay 1992) kitabının Rembetiko ve Karanlık bölümünün girişinde Muammer Ketencoğlu ile ilk tanışmasını böyle anlatıyor Cezmi Ersöz.

“Burjuvazi, dışarıdaki dünyayı sevmeye kalkışmasınlar diye kafesteki entelektüellerini tıka basa doyurur” J-Paul Sartre’ın lise arkadaşı, 1930’ların Marksist yazarı Paul Nizan’ın Aden Arabistan (Kanat Yay. 2008, Çev: Şule Çiltaş) sömürgeciliğe ve burjuva ahlakına karşı ağır eleştiriler getirdiği öz yaşam öyküsüne dayalı romanından bu alıntı, sözde solcu, özgürlükçü ve demokrat aydınların acınası durumlarını gözler önüne seriyor. Sermaye sınıfları elleri altında tuttukları bu tip aydınları, yer aldıkları iletişim ortamlarının etkilerinin fazla olması nedeniyle toplumun sorgulama gücünü denetim altında tutmak için sürekli besliyorlar. Onlar da kafa karıştırıcı görevlerini fazlasıyla yerine getiriyorlar.

1993 yılından beri her çarşamba Açık Radyo’da Balkan müziği ağırlıklı “Tuna’nın Beri Yanı” adlı programı hazırlayıp sunan Muammer Ketencoğlu bu tip aydınlardan değil çok şükür. Onunla, Cezmi Ersöz’ün kitabını okuduktan yıllar sonra, Berlin’de yaşayan ortak arkadaşımız Tarık Seden dolayısıyla tanışmıştım. Dostluğumuz ilerledikçe, onun sadece müzikle değil, üniversite yıllarında dinleyerek okuduğu Marks, Lukacs ve Gramsci’nin yapıtlarıyla sosyalist sola dönük siyasal düşünceleri yanı sıra, tüm sanat ve kültür dallarına karşı yoğun ilgisini fark ettim. Özellikle sinemanın görsel bir sanat olduğu gerçeği Muammer ile sinema konuşmamızı engellemiyordu. Birbirimize izlediğimiz filmleri anlatıyorduk, yorumlar yapıyorduk. Passolini, Visconti, Angelopoulos sineması üzerine konuştuğumuz dönemlerde, onun sinemayı gören gözlerden daha fazla gördüğünü anladım. Cezmi Ersöz’ün Rembetiko filmini izlerken gözyaşlarını gizlice silen Muammer için yazdığı “Rembetiko filmini hepimizden iyi görmüştü…” saptaması bu nedenle çok yerinde. Muammer her bakımdan bir çoğumuzdan çok daha iyi bir sinema izleyicisi, emekten yana gerçek bir aydın.

Rembetiko 1983 yılında Yunan yönetmen Kostas Ferris tarafından çekilmiş bir film. Ülkemizde gösterimi uzun yıllar yasaklanmıştı. Film, kurtuluş savaş sonrası Anadolu’nun Ege kıyılarından Yunanistan’a göç etmek zorunda kalan Batı Anadolulu Rumların yaşadıkları uyum sorunlarını anlatıyor. Rumların gitmesiyle müzik kültürümüzün bir parçası olan rembetiko bu zorunlu göç dolayısıyla ülkemizde unutuluyor. Yunanistan’da zor koşullarda yapılmaya çalışılıyor. Zaman zaman yoz bir müzik olduğu savıyla yasaklanıyor. Muammer geçmişte ülkemize ait olan bu müzik türünü Yunanlı rebetes Yorgos Dalaras’ın rembetiko müziği ile karşılaşınca yeniden gün ışığına çıkarıyor.

Muammer Ketencoğlu Tire doğumlu. Tire’nin yüzlerce yıla yayılan zengin kültürel yapısı ve doğasının getirdiği çeşitliliğin onun hayatında da olumlu etkileri olduğu bir gerçek. Trompet çalan dayısı onu müzikle buluşturan ilk kişilerden. O yıllarda bir şekilde eline geçen akordeonu bir daha hiç elinden düşürmemiş.

2006 yılında yönetmenliğini Sırrı Süreyya Önder ve Muarrem Gülmez’in yaptığı Beynelminel isimli bir film, seyredenler tarafından beğeniyle karşılanmıştı. Film 1980 darbesi döneminde darbeci generallerin Adıyaman’ı ziyaret etmeleri nedeniyle gevende adı verilen yerel müzisyenlerden oluşturulan bandonun, ülkemizde yasak olan uluslararası komünist işçilerin marşı enternasyonali bilmeden çalmaları sonucunda Adıyaman’da yaşanan trajikomik bir olayı anlatıyor.

Tarık Seden’den dinlediğim benzer bir olayı Muammer de yaşamış. Muammer’e sordum, doğruladı. Gerçi o çaldığının bilincindeymiş. İlk ve orta okulu körler okulunda okuduktan sonra, öğrenimini Tire lisesinde tamamlıyor. Her yıl 19 Mayıs gösterilerinin müziklerini Muammer yapıyor. Ancak tüm gösteriler için müzik düzenlemelerinin hazır olmasına karşın beden öğretmenin uyarısıyla gösterilerin yapılacağı stadyuma giriş için bir marşın olmadığı fark edilince, “Merak etmeyin, kolayca çözeriz” diyor Muammer. Muammer’in çözümü dünyada en az enternasyonal kadar ünlü İtalyan işçi marşı Avanti popolo / Avanti rossa’yı çalmak. “İleri işçiler / Yoldaşlar ileri” anlamına gelen yine yasak olan bu marşı liseden bir arkadaşı dışında kimse bilmiyor. Daha sonra o arkadaşı Muammer’i TSİP’e (Türkiye Sosyalist İşçi Partisi) üye yapıyor.

Yasakların bol olduğu ülkelerde dünyadan habersiz kuşakların yetişmesi doğal. Egemenlerin istedikleri de bu zaten. Ama ne kadar yasaklanırsa yasaklansın hayat değişiyor, her şey değişiyor. Kafa karıştırıcı sözde aydınlar kendilerini kullanan ümmetçi ve liberal sermaye adına kısmi başarılar elde edebilirler, ama kalıcı olmazlar. Kalıcı olan geleceğe umut saçan Muammer gibi aydınların ürettikleridir.

Muammer hoş anıların insanı. Tarık Seden’le buluşup Beyoğlu’nun arka sokaklarında bir yere gidecekler. Dar sokaklarda kaybolurlar. İşin içinden çıkılmaz bu durum karşında “Tarık sen görüyorsun ama İstanbul’u bilmiyorsun. Benim gibi bir kör, senin rehberliğine neden yola çıkar? Sense hiç bilmediğin yeri bir körle niçin ararsın?” diye şaka yollu takılan Muammer’in doğasında fazlasıyla olan koku alma ve duyma özelliğiyle sayesinde gidecekleri yere sağ salim varıyorlar.

Evine gittiğim bir gün “İki gündür elektrik olmadığını” söyleyen Muammer’in elektriğe nasıl bir gereksinimi olabilir? diye bir an düşündüm. Ama etrafıma baktığımda binlerce müzik CD’si, CD çalar, kayıt cihazlarının olduğunu gördüm. Müzikle uğraşan Muammer’in elektrik enerjisini çoğumuzdan daha fazla kullandığını gördüm. Sonra sorunun apartmandan kaynaklanan bir sigorta sorunu olduğunu anlayınca çözdük.

Muammer bütün sevimliliğiyle “Size bir kör imam gerek” diyerek bazen cuma toplantılarına gelir. Özellikle Fethi Naci Muammer’in Karanfilin Moruna (Kalan Müzik 2001) albümünde “Ben rakıya su katmam / Sen katar isen ben içmem / Ben Fatmam’dan vazgeçmem” sözleriyle biten Kuyu Başında bakır türküsünden çok hoşlandırdı. Muammer hatırlattı. “Gide gide yoruldum” ile başlayan bir Bodrum türküsü var. O türküyü Fethi Naci en keyifli anında “İçe içe yoruldum”a çevirip söylerdi.

Dünyanın dört bir yanında konserler veren Muammer Ketencoğlu; Teodorakis, Maria Farandouri gibi dünyaca ünlü bir çok müzisyenle dostluklar kurmuş, birlikte sahneye çıkmış. Bu denli yoğun uğraşın yanı sıra hepsini farklı amaçlar için oluşturduğu “Muammer Ketencoğlu ve Zeybek Topluluğu”, “Balkan Yolculuğu” ve “Muammer Ketencoğlu ve Kadın Sesleri Topluluğu” çalışmalarında her zaman yanında olan İvi Dermancı, Stelyo Berber, Rahmi Göçmen, Deniz Ketencoğlu, Sumru Ağıryürüyen ve bu toplulukların öteki üyelerinin özverili katılımları Muammer ve dinleyicileri için büyük şans. Muammer son yıllarda ciddi araştırma ve emek gerektiren çalışmalar sonucunda arka arkaya İzmir Hatırası (2008), Balkan Yolculuğu (2007), Ayde Mori (2001), Karanfilin Moruna (2001) isimli albümlerini Kalan Müzik’ten çıkardı.

2003 yılında Deniz’le evlendi. Onların düğünü, müzisyeni bol, kendileri ve dostları için çalıp söyleyen unutulmayan samimi bir geceydi. Hele Muammer’in Rumca söylediği S’Asti Tin Poli şarkısının hüzünlü nameleri o düğünden akılda kalanlardan.

Muammer “Tire’de baharın çok güzel” olduğunu söylüyor Cezmi Ersöz’e. Ama onun afalladığını anlayınca “Baharın gelişini anlamak için görüyor olmak gerekmez, Baharın kokuları yeter, artar bile” diyerek duygusunu tamamlıyor. Muammer kendine özgü bir insan. Görmenin bir ayrıcalık olmasının onun yanında hiç bir anlamı yok. Onun sezgileriyle, tüm bedeniyle görenlerin gördüklerinden çok daha fazlasını gördüğünü yakın dostları bilir.

Fethi Naci’nin ardından erken yaşta Filistinli şair Mahmut Derviş’i de yitirdik. Onlar kolay yetişmediler. Kendi değerlerini miras bırakarak bizi zenginleştirdiler. Muammer Ketencoğlu da ürettikleriyle hem günümüzü, hem de geleceği zenginleştirenlerden.